14 Nisan 2025 Pazartesi
Ulu önder başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve birlikte yola çıktığı, inançlı yurtsever arkadaşları ile beraber, Emperyalizme karşı verilen mücadele den sonra Ulusal bağımsızlığımız sağlanmıştır. Atatürk bu zor milli mücadele sonunda, laiklik temelinde kurucu ilkeleri “ilim, bilim, soran, sorgulayan, araştıran, felsefe” yani temel yurttaşlık bilinci belirlemiştir. Ne var ki bir süreden sonra söz konusu kurucu ilkeleri devam ettirmeyi, ülkeyi yönetenlerin soluğu yetmemiştir. Onun için de işin kolayına kaçmışlardır.
İnsanları düşünmekten, sorgulamaktan alıkoyucu, avutucu, oyalayıcı yöntemlere başvurmuşlardır. Bunun için de inançlı insanların en hassas oldukları din, inanç söylemlerine başvurmuşlardır. Çünkü toplumda inançsal söylemler, çok su götüren, kolaycı ve dinleyicisi alıcısı çok fazla olan bir konudur.
Soranı sorgulayanı, anlatılanların ne olduğunu arayanı, araştıranı çok az olan bir alan. Dini söylemlerle toplumu yönlendireni bir kez ele geçirdiğinizde gerisi kendiliğinden geliyor.
Allah’ın buyruğu şöyle, Peygamberin hadisi böyle, Cennet’e şöyle, Cehenneme böyle gidilir gibi söylemlerle halkı peşine takıyor. Henüz aklını kullanma yetkinliğine sahip olmayan kitleden, dünyayı, uzayı, teknoloji ve bilim çağını, takip etmesi beklenemez. Tam tersi ortaçağ karanlığına doğru yönlendirildiğinin farkında bile olamıyor. Sorunlara çözüm üretmek yeteneğinden yoksun, aydın, politikacı ve sözde yöneticiler bunu çok iyi bildikleri için, hemen her fırsatta din ve inanç motiflerini kullanmaktan geri kalmıyorlar.
Atatürk’ün akıl yolunda açtığı kapıları, aydınlık pencereleri oy uğruna, makam ve koltuk uğruna en azından bir müddet daha gündemde makamda kalma uğruna, aydınlığa açılan kapıları kapatmaktan, aydınlığı karartmaktan geri kalmıyorlar. Bu politikaları ve eylemleri ile herkesin kendilerine inandıklarını sanıyorlar. Oysa Anadolu insanı gerçek önderini bulduğunda ne mucizeler yarattığını ya bilmiyorlar ya da bilmezlikten geliyorlar.
Mustafa Kemal Paşa gibi korkusuz yürekli bilgili öndere kavuştuğunda yoktan bir Ulus devlet yarattığını tarih gördü. O Mustafa Kemal Paşa elinde her imkân olduğu halde hiçbir zaman dini istismar etmedi. İslam’ın kılıcı olmaya soyunmadı. Ordu geleneğinden kendi töresini üreten bir bilgi birikim den gelen, bir toplumun tüm çağdışı zincirlerini kırmak üzere yola çıkan bir liderdi.
Birileri ısrarla toplumu ortaçağ karanlığına sürüklemek isterken, tarihi doğru okumak lazım. Bu gün yapılması gereken akıl tutulmalarından, kutuplaşmalardan, özellikle de dini siyasete alet edenlerden uzak durup sorgulayarak, birilerinin saltanatı için, inançlarımızı alet etmelerine fırsat verilmemeli.
En önemlisi de laik olunmadan, layık olunamayacağını hiçbir zaman için akıl dışında bırakmamak gerekir…
Türk kadınları, eski Türklerde erkeklerle eşit konumda yaşam sürerlerdi. Türk toplumundaki göçebe yaşamın ortaya koyduğu ilkel bir demokratik gelenekle birlikte, inançları olan Şamanizm’den kaynaklanıyordu. Türklerin İslam öncesi dini olan Şamanizm de, erkek sadece bir kadınla evlenebilirdi. Yani tek eşlilik esastı. Toplumsal yaşamda erkekle kadınlar, iş bölümünde de erkekle her alanda eşit durumda görev alırlardı. Kadın hükümdar, vali, elçi, muhafız gibi erkeklere özgü bilinen birçok alanlarda çalışırlardı.
Devlet yönetiminde, Hakan ve Hatun tüm kararları ortak sorumluluk içinde alırlardı. Günümüzde yasa olarak bilinen “emirname” ler, Hakan ve Hatun her ikisinin imza ve onayları olmadan uygulanamazdı. Başka ülkelerden gelen elçiler dahil, tüm kabul törenlerinde Hakan ve Hatun birlikte bulunurlardı. Savaşlarda gene kadınlarda, erkeklerde eşit şartlarda savaşlara katılırlardı. Tarihte ki ilk kadın devlet başkanları da Türk’tü. Delhi Türk Devleti’nde Raziye Sultan, Kirman Kutluk Devleti’nde Türkan Hatun en ünlüleridir.
Türklerde haremlik, selamlık, erkeklerden kaçması ve kadının örtünmesi gibi gelenekler yoktu. Türk ahlak, adet ve gelenekleri hakimdi. Bu durum İslam dininin kabul edilmesinden sonra da orta Asya da büyük ölçüde devam etti. Fakat ilerleyen zamanlarda Türk toplumunda kadınların konumu, dinin getirmiş olduğu kurallarla eşitlikten tavizler verilerek ikinci planda olmaya başladı. Türk örf ve geleneklerinden uzaklaşılarak, din maskesi altında İran ve Arap kültürü etkisine girmeye başladı.
Dinin bu etkilerine rağmen, Türkler Anadolu’da hatta Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarına kadar Orta Asya’daki, kadın –erkek eşitliğine dayalı gelenek ve örflerini büyük ölçüde korudular. Tek eşlilik hakimdi. Harem yoktu. Kadınların örtünmeleri Türk gelenekleri ile devam ediyordu. Kadınlarda örtünme olayı Fatih döneminde Bizans’ın etkisi ile başladı. Çok kadınla evlilik ve harem, saray çevresinde yaygındı. Türklerde İslam dini kabulü ile yerleşen kadındaki ötekileştirilme, şehirleşen topluluklarda çok daha fazla hakim oldu. Kırsalda köylerde ve göçebe Türkmenlerde Orta Asya gelenekleri yani kadın erkek eşitliği devam ediyordu.
Tüm bu gelişmelerden sonra, Anadolu’ da Milli mücadele ve Ulusal kurtuluş savaşı verilenden sonra, Cumhuriyetin ilanı ile Atatürk Türk kadınını tekrar aslına Türk özüne döndürerek, toplumdaki eşit yurttaşlık haklarını verme mücadelesi başlatmıştır. Çünkü Atatürk toplum yaşamında kadınların toplum yaşamındaki başarılarına inanıyordu.
Kadınların yok sayıldığı Osmanlı sonrası, Mecliste kadınların vatandaş sayılmasına bile karşı çıkan milletvekillerinin çoğunluğuna rağmen, Atatürk Türk kadının en ileri toplumlardaki yasal haklarına sahip olması için mücadele vermiştir. 5 Aralık 1934’de Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkına kavuşturulmuştur. Türk kadını bu haklara kavuştuğu zaman demokrasinin beşiği olan birçok ülkede kadınlar henüz bu haklara sahip değildi…
24 Mart 2025
Atatürk’ün ordusunda belirli siyasi ayrışmalar geçerli değildir. Askerlerin siyasal tercihleri genellikle belli ideolojilerden çok, belirli kurumlara ve belirli olaylara yöneliktir. Askerlerin kendine özgü yaşam koşulları ve eğitim sistemi vardır ve siyasi ideolojilerin benimsenmesine izin vermez.
Siyasi popülizmle Cumhuriyetin kuruluş felsefesini yok sayarak savrularak, Anayasanın yok sayıldığı dönemde, Cumhuriyet tarihinin en özgürlükçü Anayasasını 1960’da Türk halkına kazandıran Atatürk’ün ordusu askerlerdi. Maalesef 20 yıl sonra 12 Eylül 1980 darbesi ile Atatürk’ün tüm kurumlarını yok ederek, Atatürk’ün vasiyetini bile çekinmeden çiğneyen de gene aynı askerlerdi.
Atatürk Ulusal kurtuluş savaşını verdiği dönemde dayandığı en büyük güç kuşkusuz ordu idi. Fakat ülkeyi orduya dayanarak yönetmedi. Hep ordu siyaset ilişkisini ayrı tuttu. Atatürk Cumhurbaşkanı olduktan sonra halkın karşısına hep sivil kıyafetle çıkmıştır. Geri kalmış ülkelerde ordunun genellikle seçkin, ayrıcalıklı sınıfın tekelinde olduğu görülür. Oysa Türk ordusu için bu geçerli değildir.
Askeri eğitimlerin ücretsiz ve yatılı olması, dar gelirli ailelerin çocuklarının orduya katılmaları sağlanmıştır. Bu da halkın her kesiminin vatan bilincini, Demokrasinin özümsenmesini, yurttaşlık bilincini oluşturmuştur. Türk ordusunun her askeri darbesinden sonra kışlasına çekilmesine yabancılar hep şaşırmış lardır. Halbuki Türkiye’de her askeri cunta Atatürk’ü ve Kemalizm’i dışlamadan kalıcı bir askeri yönetim kuramaz. Buna, Orduyu oluşturan vatan evlatları müsaade etmez, cuntacılardan desteğini çeker. Bu da Kemalizm’in erdem ve başarısıdır.
Askeri darbeler hazırlanan ortamlarda gerçekleşir. Ülkelerin değişen özelliklerine göre yani; Ülke bütünlüğü tehdit altında mı? Sivil siyaset sorunlarla başa çıkabiliyorlar mı? Yoksa halkın sivil siyasete güveni yok mu? Ordu siyaset geleneğinde aşırı uyumsuzluklar gibi daha birçok ulusal risklerden dolayı ordu ihtilaller yapmıştır. Aslında darbeleri sorunlar da yaratmaz. Sivil iktidarların sorunlarla baş edemeyecekleri ve sorunların yeterince bilincinde olmadıkları inancı yaratır.
Her askeri darbe aslında demokrasiye, milli iradeye vurulan darbedir. Ordunun Ülkeyi korumak ve kollamakla görevi vardır. Burada aslolan Atatürk’ün kurmuş olduğu tüm halkı kucaklayan, Laik sosyal hukuk devleti olan, Türkiye Cumhuriyetinde görev yapan siyasi iktidarların halkın sorunlarına duyarlı olması, Atatürk’e ve Kemalizm’e sahip çıkması ilkelerinden ayrılmamalıdır.
17 Mart 2025
Aynı topraklar üzerinde yaşayan, aynı kaderi paylaşan, benzer koşullardaki toplumlar dayanışma, yardımlaşma ve korunma gereksinimlerini karşılamak durumundadır. Kemalizm’in ulusçuluk ilkesi de bağımsızlık ve çağdaşlaşma dır. Atatürk Türk toplumunun çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip olmasını sağlamıştır.
156 ülkenin oy birliği ile 1981 yılını UNESCO Atatürk yılı ilan etti. İlan edilen kararda Atatürk şöyle tanımlanıyor: “Uluslararası barış ve anlayış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk lider, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı.”
Atatürk’ün bölge ve Dünya barışına yaptığı katkılardan dolayı düşmanlarca bile övülmesi onun ulusçuluk anlayışının evrenselliğini gösterir. Atatürk Anadolu’nun bütün kültürlerine sahip çıkarken, Türk ulusunun ortak mirasına da sahip çıkıyordu. Anadolu’da yaşayan herkesin bir ulusun asıl üyeleri olduğunu da söylüyordu. Kendini kul olarak gören, karmaşık etnik bir yapıdan, kendine güvenen eşit, çağdaş bir ulus yaratmak istiyordu.
Bu anlayış içerisinde “ Ne mutlu Türk olana” dememiş, “Ne mutlu Türküm diyene” demiştir. Bu sözüyle Anadolu toprakları üzerinde yaşayan kıvançta, kederde ve her alanda dayanışma içerisinde olan toplumun ortak ismidir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Ulus devlet olmanın önemi neydi? Çağdaş toplum olabilmenin, demokrasiye geçebilmenin, insan haklarına saygılı eşit yurttaş olabilmenin koşulu ulus devlet olmaktan geçiyordu. O dönemde Anadolu Aşiret, kabile, boy olarak feodal ümmet esaslı bir tarım toplumu idi.
Ulus olmanın olmaz ise olmazları vardı. Çağdaş dünyaya uyum sağlamak için sanayi devrimini yakalamak gerekiyordu. Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan, etkisi altından kurtarmak gerekliydi. Bir toplumun ilerleyebilmesi, medeni dünyaya uyum sağlayabilmesi için en önemli olanı da eğitim di. Eğitim olmadan feodal, toprak ağalarının, aşiretlerin, tarım ve ümmet toplumundan, tarikat ve cemaat şeylerinin etkisinden kurtulmak imkansız idi.
Bunun içinde dil devrimini başlattı. Halkın okuma yazma öğrenmesini kolaylaştırmak, eğitim seviyesini yükseltmek, çağdaş uygarlığa ulaşmak için, öğrenilmesi güç olan 482 işaretli Arap, fars karışımı olan alfabeyi değiştirip, yerine yazması, okuması ve anlaması daha kolay olan 29 harfli alfabeyi getirdi. Bu sayede büyük bir okuma yazma seferberliği gerçekleşti.
Atatürk ortaçağ karanlığı yaşayan bir toplumdan, çağdaş modern bir ulus devlet yarattı. Bugün dünya ulusları içerisinde gururla yaşayabiliyor, mazlum toplumlara ve İslam ülkeleri içerisinde örnek olarak gösterilen ülke isek bunu ulus toplum olmamıza borçluyuz…
10 Mart 2025
Temel insan hak ve özgürlükleri bağlamında, inanç ve düşünce özgürlüğü laikliğin uygulandığı toplumlarda olur. Laikliğin olmadığı ülkelerde düşünce ve inanç özgürlüklerinden bahsedilemez.
Demokrasilerde sorunların çözümü için herkesin, farklı düşüncelerinin karşı karşıya gelerek, tartışılarak ortaya çıkarılır. Laikliğin olmadığı toplumlarda, yönetimlerde tek doğru vardır. Bu tek doğru da o devletin doğru saydığı dinin bir yorumudur.
Laikliğin olmadığı bir devlette bu nedenden dolayı demokrasi de olmaz. Çünkü devlet dinin bir yorumuna göre yönetilir. Temel insan haklarını kabul etmiş demokrasi ile yönetilen tek Müslüman ülke Türkiye, İslam dünyasında açıktan ve kurumsal olarak laik devlet anlayışını benimsemiş ve hayata geçirmiştir.
Laikliğin kabul edildiği ülkelerde, yurttaşlar arasında din ve inanç ayrımı gözetilmez. Hangi inanç, hangi kökenden, cinsiyeti ne olursa olsun kadın veya erkek devlet nezdinde her vatandaş eşit yurttaşlık hakkına sahiptir. Dini inancı ne olursa olsun her yurttaşın yönetimlerde yer almaya hakları vardır. Laikliğin olmadığı dine dayalı yönetimlerde bu temel insan haklarından eşitlikten bahsetmek mümkün değildir.
Müslüman Türk halkı kutsal kitabı Kuran’ı, anladığı dilden Türkçe olarak okumayı ve dinini öğrenme olanağına ancak laik cumhuriyetle birlikte ulaşabilmiştir. Laiklik hiçbir şekilde dini devre dışı bırakmak anlamına gelmez. Fakat din adına baskı yapmak, zor kullanmak isteyenleri devre dışı bırakır. Topluma dini referans dayatmasına karşı çıkar. Tam da bu nedenle demokrasi ve dini özgürlüklerin de ön koşulu laikliktir.
Din ve devlet yönetiminin bir elde toplanması ile yönetilen toplumlarda, hiçbir şekilde kadın, erkek ve temel insan hakları, demokrasi ve özgürlüklerden bahsedilemez. Sadece dine dayalı otoriter bir yönetim şekli vardır.
İslam coğrafyasında çok sayıda farklı mezhepler vardır ve her biriside, doğru olan İslami yorumun kendileri olduğunu savunmaktadırlar. Bu İslami mezhepler yıllardır, aynı dinin mensubu olmalarına rağmen, birbirlerini din dışı kabul edip aynı dine mensup dindaşlarını katlediyorlar.
Laik toplum düzeni, farklı din ve inançtan olan insanların eşit koşullarda, vatandaşlık bağı ile devlette yurttaşların dinsel açıdan ayrıcalık tanımadan kucaklamasıdır…
03 Mart 2025
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.