24 Mart 2025 Pazartesi
Doksanlı yılların başlarıydı.
Lise öğrencisi olarak ülkede yaşanan olaylara dair büyüklerimizden, öğretmenlerimizden duyduğumuz fikirlerin kimine katılıyor kimineyse şiddetle karşı çıkıyor, kendimizce ideolojik bir tutum sergilemeye çalışıyorduk. Yakın siyasî tarihin etkili isimleri siyasî yasakların kalkması ile birlikte siyasete dönmüşler, ülkenin tek ve resmi kanalı ve gazeteler aracılığıyla halka ulaşıyorlardı. Bütün bu siyasi gelişmeler arasında sıcak bir temmuz günü, Göksun’un serin bir dut bahçesinde babamın da içinde olduğu birkaç insan toplanmış, ilçeye gelen bir misafiri ağırlıyorlardı. Ağırlamak dedimse çaydanlıklarla taşınan birkaç bardak çay, yaylanın soğuk suyu, ağaçlardaki yazlık elmalar, dutlar ve meşhur çilekler vs. Bizler büyüklerin sözlerine karışmadan geride duruyor ve gelen misafirin kim olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Siyasetle bizden daha ilgili bir arkadaşın bize tanıtması ile anladık gelenin kim olduğunu ve ilgimiz arttı. Her ne kadar biz oradan duyacağımız siyasî haberlerle okulda “caka satma” merağında olsak da konuşulanlar günlük hayattan, Göksun’da tarımdan, hayvancılıktan vesaire idi. Derken ikindi ezanı okundu, bahçe camiye uzaktı ve namazı hemen oracıkta akan bir dereden alınan abdestle kılma önerisi kabul gördü. Çoğu kırklı yaşlarında olan grup abdestlerini aldı,ufak yer sergisine sığılmayınca üzerlerindeki ince hırka, ince mont gibi karasal iklim insanlarının yanından ayırmadığı giysiler seccade olarak kullanılıp namaza duruldu. Misafir de üzerindeki ceketi çıkarıp namaza durma hazırlığı yapınca durumu fark eden ev sahiplerinden birisi mahcubiyetle seccade bulma telaşına girişse de mütebessim çehreli misafir onu engelledi ve çimenlerin üzerine serdiği ceketi ile namazını eda etti. Namaz sonrası sohbet açılıp, siyaseten daha ön planda olmaya çalışan birisi misafire siyasî bir soru yöneltti. Mütebessim çehresi ile etrafı süzdükten sonra “Namazımızı eda ettik, Allah kabul etsin ama müsade ederseniz şu güzel ortamda, şu pırıl pırıl gençlerin olduğu ortamda, namaz sonrası hiç bunlara girmeyelim. Ben akşam bir siyasî olarak karşınıza çıkacağım ama şimdi, damadınız ve misafiriniz olarak buradayım” dedi. O zaman siyasî konulara meraklı gençler olarak tadımız kaçsa da orta yaşlara geldiğimiz bu yıllarda “ibadethanelere” siyaset girmesinin acısını yaşarken onu daha iyi anladık.Göksun’un gündüz sıcağı tamamen sona erip akşam serinliği çöktüğü saatlerde ise ufak bir düğün salonu hıncahınç dolmuş, kürsüde konuşan genç ve heyecanlı siyasîyi dinliyorduk. Çıktığı yolu, sebeplerini anlatıyordu. Toplantı sona erdi. Her ne kadar dışarısı serin olsa da salonun kalabalığından sırtındaki gömlek ter olmuş, toplantı bitip dışarıya çıktığında sırtına yine sabahki ceketini giymişti.Yıllar sonra misafir olduğu bahçenin bir kaç km yukarısındaki dağlara bir helikopter düştü. Cennet bahçelerindesindir inşallah Muhsin Bey.Zulme karşı dik duruşunu da, gıybetten kaçmanı da, mütebessim çehreni de özledik.Mekanın cennet olsun.Not: Bir kısmı yaşanan bu olay, yazarın kurgusu ile kaleme alınmıştır. Muhsin Bey’in tebessümü ve mütevazı ceketi ise gerçektir!
Elinde kumandası kanal kanal gezip bütün haberleri kısa kısa da olsa izledi, yorum yapamadı. Spor haberlerine geçti. “Dev randevuya yabancı hakem!” anonsuyla verilen haberlere baktı bir müddet. İçinden çok şey geçti ama sustu, “İyisi mi komediyi yerinde izlemek” diyerek bilet almak için gişenin yolunu tuttu.
Bu sezon Sivas Devlet Tiyatrosunda gösterimi devam eden oyunlardan biri de Claude Magnier’in yazıp Ferdi Değirmencioğlu’nun yönettiği Eyvah Yine Karıştı (Oscar) adlı komedi. Komedi yapmanın zorluğu, insanları güldürebilmenin gerçekten yetenek istediği bahsine girmeyeceğim, bu zaten gün gibi ortada. Sivas Devlet Tiyatrosu’nun bu oyunu üçüncü sezonunda yoluna devam ediyor. Oyun klasik bir yanlış anlamalar komedisi. Christian Martin ile Bertnard Barnier arasında gelişen olaylara Madam Barnier ,evin şımarık kızını Colette ve diğer oyuncular eşlik ediyor. Komedi oyunlarının ister açık oyun olsun ister olmasın seyirci ile “paslaşma” ihtiyacının en fazla olduğu tür olduğunu düşünüyorum. Bu yönüyle aslında her temsil bir birinden farklı reaksiyonlar alır/alıyor. Özellikle komedi oyunları oynandıkça demini alan, kendi içerisinde çok ince espriler türetilebilen bir tür. Bertnard Barnier (İnanç Keteci) ve Christian Martin (İsmail Tütüncü) bu ince pasları seyirciye bol bol yollayarak güzel bir ikili olmuşlar. Evin kızı Colette (Merve Kozan) her an “Odana git!” demek isteyeceğiniz şımarıklığı üzerine güzel giymiş.Evin hizmetçisi Bernadette (Gizem Hatun Karakurt) ortalığı karıştırıp geri çekilirken, Madam Barnier (Nilhan Öğütçen Topal) sahnelere kattığı ses desteği ile güldürüyor. Tiyatroda rolün ufağı büyüğü olmaz diye bir söz vardır. Benim gözlemleyebildiğim seyircinin en çok güldüğü sahnelerde Phlippe (Muhammet Özkan) vardı. Sivas Devlet Tiyatrosunun neredeyse son bir kaç sezonunu sırtlanan bu genç ekibin alkışları bol olsun.
Hayatın akışı içerisinde biraz da gülmek isterseniz bu güzel komediyi kaçırmayın bence.
İyi seyirler.
Birhan Keskin bir dizesinde ” hem zaten şiir niye var/dünyanın acısını başkaları da duysun ” der. Bu dizeden ilhamla hem öykü niye var? Hem resim niye var? Hem tiyatro niye var? Özetle; hem sanat niye var? diye genelleyerek sorabiliriz sanırım ve aldığımız cevaplar değişse de evet “dünyanın acılarını başkaları da duysun” cevabına çoğumuz katılırız.Dünya varolduğundan beri zalimle mazlumun, müfteri ile masumun, güçlü ile zayıfın savaşı sanatın en temel beslenme kaynağı olduğuna şüphe yok. Sanat bu yönüyle açılan bu yaralar karşısında güçsüzden yana tavır koymaya çalışır,evet belki mazlumu kurtaramaz zalimin elinden ama bir şerh koyar,itiraz eder. Hayatın koşturması, dünyanın her geçen gün artan sıkıntıları arasında sanat sığınağımız olur.
Notre Dame’ın Kamburu Victor Higo’nun önemli bir eseri; 15. Yüzyıl Parisinde geçen bir hikaye, uzun yıllardır okunuyor, sahneleniyor,beyaz perdeye aktarılıyor.Her çağın zalim/müfteri Frolloları,mazlum Esmeraldaları ,evlat hasreti çeken Gudelaları, vefasız Phoebusları, kraldan çok kralcı Tristanları hep olmuştur ve olacaktır. Bütün bu karakterlerin arasında dünyaya büyük bir dezavantajla gelmesine rağmen eserdeki en iyi kişi olan Quasimodo’nun apayrı bir yeri olduğu muhakkak . Dünya bir yanda savaşlar bir yanda adaletsizlikler ile bizi bunaltıyor,bu şartlar altında kırbaçlarını şaklatan zalim Frollalar karşısında inatla ve inançla Quasimodo kalabilmek en zoru sanırım.
Sivas Devlet Tiyatrosu geçtiğimiz sezon Ferdi Değirmencioğlu rejisi ile bu klasiğin prömiyerini yapıp bir kaç kez sahneledi. Sonra devamı gelmedi. Kurumun iç işleyişini bilemeyiz tabiki, belki teknik sebepler, belki idari tasarruf. Ama bir izleyici olarak merak ediyor ve soruyoruz ; Quasimoda’ya ne oldu?
Oyunu tekrar sahnede görmek temennisi ile.
İyi seyirler !
[ bu bir “fitbol” yazısıdır!]
Futbol sezonunun ortasında ne alaka değil mi? Ekimde başlayan tiyatro sezonu da yeni oyunlarla başladı ve devam ediyor.
Sezonun yeni oyunlarından birisi olan Şark Dişcisi’ni izledim, baştan, hiç tereddüt etmeden kırmızı kartı çeken hakem gibi davranacak olursam kötü bir tekst karşımızda, konunun bir orijinalliği yok, izleyicide merak uyandıracak sorular yok, sıkıcı tekrarlara uzayan ve izleyiciyi baymaya başlayan karı-koca kavgaları da eklenince tekste çıkardığım kırmızı kartın sonuna kadar arkasında durmak düşüyor bana, evet tekstin yazıldığı dönem vb. sebepler göz önüne alınarak savunanlar çıkacaktır, bu doğaldır da, olmalıdır da, neticede edebi zevk bir fizik kuralı değildir. Elbetteki şahsidir, subjektiftir, başta da belirttiğim gibi bu yazı da zaten subjektif bir “futbol” yazısı, ama bu kötü tekste bir reji dokunuşu beklerdim açıkcası, perdelerde biraz kısaltmalara gitmek, bunaltıcı kavga sahnelerini azaltmak gibi, bütün bunlar olmayınca kötü tekst ve vasat rejiye hayat vermeye çalışan oyunculara biniyor bütün yük. Emin Taşcıoğlu’nun plaseleri, İsmail Tütüncü ile Mutlu Çelik arasındaki verkaçlar, yapılan ortalara volelerle seyirciyi “Hadi şimdi gol gelecek” ümidini yeşerten Tayfun Çingiler, vücut çalımları ile rakibin sinirlerini bozan Turgut Yalçın, seyirciye daha maç bitmedi kopmayın sahadan diyen Hülya Keli’nin diripliklerini elbette görmezden gelmiyorum ve illaki her ne kadar hepsi kaleyi tutmasa da Elif Yalçın’ın rövaşataları seyirciyi en azından gelecek maçlar için ümitlendirdi. Futbolda yıllarca yerli hoca-yabancı hoca polemikleri yaşandı, evet Sivas tiyatro olarak bir Ankara değil elbet ama dışarıdan gelen teknik direktörler (!) de burasının ne zorlu bir deplasman olduğunu bilseler fena olmaz. Yoksa “Gelir, maçımı oynar giderim” diye bakan her kim olursa bu tavrı fark edebilecek, birçok oyunu kapalı gişe oynatan dikkatli bir seyirci kitlesi olduğunu unutmasınlar. Oyuna getireceğim bir diğer eleştiri şarkı sözlerinin yüksek müzik sesinin arasında kaybolup gitmesiydi, ben oyuncunun sesinin her sesin önüne geçmesini bekliyorum.
a! Evet doğru ne demiştik, reji dokunuşu!
Son tahlilde izleyiciye bazen tabelada istediği skor yazmasa da “o ne rövaşataydı be!” diye teselli bulmak düşer.
“Bu minibüs de dolu gelirse ablamlara uğramadan eve geçmek zorunda kalırım.” diye düşündü genç kız. Üstelik yağmur da çiselemeye başlamış E-5’in artan trafiğine bir de su birikintileri eklenmişti. “Yok, karşıya geçmezsem buradan binemeyeceğim boş bir dolmuşa.” diye konuştu kendi kendine. Mersin istikametinden yüklenip doğuya doğru giden, öfkeli sesler çıkaran kamyonların arasından zorla karşıya geçti. Kültür merkezinin bahçesini kullanıp yolu kısaltmak istedi “Binanın içinden geçsem de olur.” diye düşünüp tam binaya giriyordu ki “Nereye küçük hanım?” sesiyle irkildi. “Şey…” dedi çekinerek “Duraklara geçecektim de…” “İyi de yol mu burası? Bak, hem içerde prova var.” cevap vermeden geri dönüyordu ki “Neyse geç hadi geç ama sakın ses çıkarma bak hoca çok kızar.” dedi. Prova deyince aklına ablasının konu komşuya elbise dikerken yaptırdığı provalar geldi, içerde terzi mi varmış diye düşündü, hoca kim ? Bunları düşünerek sessizce girdi yüksek tavanlı binadan içeriye. Sağ taraftaki açık kapıdan içeriye ürkekce baktı, kırmızı koltukları olan salondan sesler yükseliyordu, bir kadın, “Doktor, saat başı verilecek ilaçlar dedi!” diye bağırıyordu yükses sesle “Ne saat başı be, üç saatte bir. Hem sen karışma ben bakarım anneme” diye cevap verdi, karşısındaki kadın, “haklısın senin evin, senin kuralların” diye karşılık verdi daha düşük bir sesle. Bir anlam veremedi konuşulanlara, ama çıkıp gidemedi de ,davetsiz bir misafir olarak bir müddet daha izledi. Kırmızı koltukların birinde sinirli bir adam arada söylenilenleri kesiyor bağırarak bir şeyler anlatıyordu, daha fazla durup görünmemek için çıkışa doğru yönelirken bu sefer bir şarkı söylüyordu kadınlar: “Çok sevileceksiniz, çok sevileceksiniz.” sözleri kendi kendine tekrar edip gülümsedi, kültür merkezinin bahçesinden çıkarak durağa geldi,sağa sola giden onlarca minibüs arasında tepesinde “Kiremithane” yazan dolmuşa bindi, radyoda Mirkelam çalıyordu, şarkıyı bir müddet dinleyen şöför, seri bir hareketle frekansı değiştirdi, aradığını bulmanın sevinciyle durağın çıkışına doğru biraz hızını artırdı ” senden bir hatıra bana bu şarkı,bir gün gitsen bile hatıran yeter” şarkı sözleri ilerledi,başka şarkılar geçti,genç kız ineceği durağa geldi, minünüsten indi. Ablasının evine doğru yürürken yağmur artmış,ayakları ıslanmıştı, bir an durdu gözü eski komşularının evine kilitlendi, ne zamandır kapalıydı perdeleri , sonra dönüp ablasının evine baktı, balkonunun içinde yağmur almayacak bölümde beyaz çarşaflar asılıydı, koşar adım giderek kapıyı çaldı. Kapıyı açan ablası ıslanmışsın deli kız,çıkar çabuk çoraplarını dedi, odada oynayan yeğenlerinin yanına gitti, onlara sarıldı ” çok sevileveksiniz” dedi fısıldayarak. Abla yemekte ne var diye sordu, et haşladım dedi ablası yanına patates ister misin? Havuç haşla bana abla, olur mu havuç dedi. Belki de yanına sosyetik bir sos yaparız.
Sivas Devlet Tiyatrosu Emanualle Maria’nın yazıp Ebru Nil Aydın’ın yönettiği “Beyaz” adlı oyunu sahneliyor bu sezon. Hayat kahkahalar ve eğlenceden ibaret değil maalesef. Psikoloji türünü sevenler, biraz duraksamak ve perdesi hala açık evlerin ne denli kıymetli olduğunu hatırlamak için iki kız kardeşin bu “ağır” öyküsü sahnede. İki kız kardeşe Nilhan Nimet Öğütcen Topal ve Canan Koyucu’nun hayat verdiği oyunda ışık tasarımcısı Ahmet Ubuz’u anmadan geçmek haksızlık olur. Süreyi de makul tutan reji dokunuşları ile oyun alkışı hak ediyor.
Perdeleriniz hep açık olsun.
İyi seyirler.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.